Küçük Prens Üzerine

Kübra YÜKSEL EROĞLU…


Bir çocuk kitabı olarak bilinse de aslında Küçük Prens çocuk yanını, masumiyetini, hisleri ile bağını koparmış, kalbinden uzak kalmış tüm yetişkinlere çok nahif bir ders niteliğinde olan bir kitap. Kitabın ithafında bu kitabı koskoca bir adama (arkadaşı Léon Werth’e) adadığım için tüm çocuklardan özür diliyorum dedikten sonra; “pek azı hatırlıyor olsa da bütün koca adamlar aslında bir zamanlar çocuktu” diyor. Öyleyse bu kitap çocuklara, çocuk kalanlara ve bir zamanlar çocuk olanlara ithaf ediliyor.

Uçağı çöle düşmüş bir pilot. Küçük Prens’in Dünya Gezegeninde tanıdığı ilk karakter. Küçükken hayaller kurmuş fakat onu anlamayan yetişkinler yüzünden büyümek zorunda kalmış. Fil yutmuş bir boa yılanı resmi onun için bir yetişkin turnusolü. “biraz zekâ parıltısı olan birine rastladığımda, yanımdan hiç ayırmadığım 1 numaralı resmi çıkarıp hemen deneyimi yapıyordum, bakalım göründüğü kadar zeki mi diye. Ne yazık ki aldığım yanıt hep aynıydı –Şapka! Bu durumda ben onlara ne boa yılanlarından, ne balta girmemiş ormanlardan, ne de yıldızlardan söz ediyordum. Hemen lafı onların düzeyine çekip briçten, golften, siyasetten ve kravatlardan falan bahsediyordum.”  Küçük pilot hayal kurmayı, düşleri, masalları, doğayı unutmuş kendini sayılara kaptırmış, her şeyi niceliği değerinde ölçen yetişkinleri böyle ciddiye almadığını dile getiriyor.

Küçük Prens, Pilot’a  “bana bir koyun çiz” diyor. Pilot ona birkaç tane koyun çiziyor, ancak Küçük Prens hiçbirini beğenmiyor “bunların hiçbiri benim koyunum değil” diyor. En sonunda sıkılan pilot bir sandık çiziyor ve işte istediğin koyun bunun içinde deyince Küçük Prensin gözleri ışıldıyor. “Bu tam da istediğim gibi oldu!” Hayal gücünün sınırsızlığı ve gizlideki güzelliğin cazibesi daha iyi nasıl anlatılabilirdi…  Bilmediğimiz, aşina olmadığımız her şeyi ve herkesi deli gibi bilmek isteyen biz yetişkinler, onu tanıdıktan ya da her şeyini öğrenip aşina olduktan sonra bize haz vermemesini büyük bir hayal kırıklığıyla karşılarız ya… Küçük Prens, sandıklarda saklı kalanın cazibesini koruyabileceğini bu yolla bize anlatıyor.

Koyununu bağlaması için ona bir ip çizeceğini söyleyen pilota kahkahalarla gülüyor.

Bağlamak mı? Ne tuhaf düşünce!” 

“Ama onu bağlamazsan başını alır gider.”

“Hiçbir şey olmaz yaşadığım yer öylesine küçük ki, burnunun dikine gitse bile orada kimse çok fazla uzağa gidemez.” Her gün her türlü tehlikeye karşı bakımını yaptığı özen gösterdiği o küçücük gezegeninin Küçük Prens’in yüreği olduğunu düşünürüm hep. Öyle ya yüreğe yer etmiş biri oradan ne kadar uzaklaşabilir ki? Burnunun dikine gitse bile… Hem gönül bağı kurduğun şeylerin başka bağa ihtiyacı olmaz.

Küçük Prens’in gezegenindeki baobap ağaçları… Bence kitaptaki en iyi metaforlardan.

“En sonunda bütün gezegenlerde olduğu gibi Küçük Prens’in gezegeninde de yararlı ve zararlı bitkiler olduğunu anladım. Yararlı bitkilerin yararlı, zararlı bitkilerin zararlı tohumları varmış. Ancak bu tohumlar çıplak gözle görülemiyormuş. İçlerinden birisi uyanma arzusuna kapılana dek bu tohumlar toprağın derinliklerinde uyurlarmış. İşte o zaman küçük tohum şöyle bir gerinir ve ardından güneşe doğru ürkekçe narin zararsız bir filiz sürermiş. Bu bir turp ya da gül filiziyse istediği gibi büyümesine izin verilirmiş. Ancak söz konusu olan zararlı bir bitkiyse onu tespit eder etmez hemen kökünden söküp atmak gerekiyormuş.

Bu satırlar aslında çok kadim bir tartışmanın sembolleşmiş hali. “İyi ve kötü”, insanın doğuştan bir tohum olarak içinde bulundurduğu şeyler midir? “İrade ve seçme özgürlüğü.” Her gün sulayıp büyüttüğümüz bir gül mü yoksa bir baobap ağacı mıdır? Burada yine sembollerle anlatılmak istenen bir şey daha var: Yürekte filizlenen kötülüğü ilk başta iyilikten ayırt etmek zordur. Ama onu fark ettiğin an söküp atman gerekir. Öyle ki; baobap ağaçlarının sardığı bir gezegeni paramparça edecek kuvvete sahip olduğunu söylerken Küçük Prens aslında küçük bir kötülüğün yürekte baş gösterdikten sonra nasıl onu çepeçevre sarabileceğini bize anlatmak istiyor.

Pilotun Küçük Prens’in gezegenini ilk keşfeden kişi olduğuna inandığı Türk gökbilimci’nin hikâyesi de oldukça anlamlı. Keşfettiği gezegeni üzerindeki komik kıyafetlerle gösteriye sunan bu bilim insanına kimse inanmamış ancak sonradan şık kıyafetlerle sununca herkes onun düşüncesini kabul etmiş. Sadece gördüğüne odaklanmış yetişkinlerin, öze odaklanmayı öğrenmedikçe aslında görülmesi gereken her şeyi nasıl da kaçırdığını bu hikâyeyle anlatıyor.

Ve Küçük Prens’in Gül’ü. Ben bu temsilde de yazarın kadın erkek ilişkisine atıf yaptığını düşünüyorum. Gül’ün ufak tefek kaprisleri, kendini beğenmişlikleri, ara sıra yaptığı sitemleri… Küçük Prens’in onu sevmesine rağmen bu hallerinden hoşlanmaması, küçük hesaplarından kuşkulanması ve sonunda onu terk etmesi… Çok sonra Küçük Prens şöyle bir yüzleşme yapıyordu duygularıyla. “ O zamanlar hiçbir şeyi anlamıyordum. Onu söylediklerine göre değil yaptıklarına göre değerlendirmeliydim. Etrafına güzel kokular yayıyor, ışık saçıyordu. Ondan asla kaçmamalıydım. Onun o küçük hesaplarının ardındaki gizli sevecenliği anlamalıydım. Çiçekler öylesine çelişkilidir ki! Bense çiçeğimi sevmeyi bilemeyecek kadar küçüktüm.”  Kadınlar; çelişkili ve erkekler; onları nasıl seveceğini bilemeyecek kadar acemi…

Küçük Prens’in gezdiği gezegenlerde rastladığı yetişkinler var. Bu yetişkinler karakteristik insan tiplerini simgeliyor sanki. İlk gezegende rastladığı Kral üzerinden siyasetçilere ve yönetim sistemlerine dair metaforlar var. İkinci gezegendeki kendini beğenmiş adam sadece övgüleri duyan, ünlü olan ya da kendini ünlü sayan insan tipini anımsatıyor. Küçük prens onu Kral’dan daha eğlenceli buluyor. 3. gezegendeki Sarhoş melankolik ve edebi tarafı olan şair, müzisyen gibi sanatçıları anımsatıyor biraz. Utandığı için içmesi ve içmesinden utanması ikilemi de manidar. Dördüncü gezegendeki iş adamı kapitalizmi temsil ediyor gibi. Yıldızları, adlarını bile hatırlamayacak kadar umursamıyor ama onlara sahip olmak istiyor. Ve yıldızlar için hepsi benim ve onları ben yönetiyorum diyor. Beşinci gezegendeki Fenerci göreviyle meşgul, faydalı olduğunu düşündüğü bir iş yapıyor ama biraz da yorgun. İşçi, memur gibi çalışan sınıfı temsil ediyor. Küçük Prens en çok ona saygı duyuyor. Altıncı gezegendeki coğrafyacı akademinin içinde olan salt bilgiye yoğunlaşmış ve hayatın içinden gelen pratik bilgiden uzaklaşmış insanları anımsatıyor.  

Hikâyenin ilerleyen bölümlerinde Küçük Prens bir gül bahçesine rastlıyor ve oturup hüngür hüngür ağlıyor. Eşsiz zannettiği gülünden beş bin tane birden görmek onu hayal kırıklığına uğratıyor. Ve o anda hikâyede kendime en yakın bulduğum o karaktere rastlıyor. Tilki… Tilki onunla oynamak isteyen Küçük Prens’e “olmaz!” diyor “çünkü ben evcil değilim. Önce beni evcilleştirmen lazım.

-Evcilleştirmek ne demek?

-Çoktan unutulmuş bir şey. Bağ kurmak anlamına geliyor. Şu an sen benim için yüz bin çocuktan birisin. Sana ihtiyacım yok. Ben de senin için yüz bin tilkiden herhangi birisiyim. Senin de bana ihtiyacın yok. Ama eğer sen beni evcilleştirirsen o zaman birbirimize ihtiyacımız olur. Sen şu koca dünyada benim için eşsiz olursun. Ben de senin için…

Küçük Prens o zaman anlıyor Gül’ünün gerçekten de eşsiz olduğunu. Tilkinin de ona hatırlattığı gibi: gülünü eşsiz kılan şeyin ona harcadığı zaman ve emek olduğunu. Gönül bağı kurduğu her şeyden ölene kadar sorumlu olduğunu

Hikâyenin sonunda ruh ve beden ayrımını öylesine güzel yapıyor ki Küçük Prens. Ölümü, yok olup gitmek değil ruhun esas yerini bulması olarak anlatıyor. Onun ölecek olmasına üzülen Pilot’a diyor ki.” “Terk edilmiş eski bir deniz kabuğu olacak bedenim. Eski deniz kabuklarına üzülmez ki insan.” Sevdiklerini kaybeden insanlar bilirler oradaki cansız duran o beden artık O sevdiği insan değil. Çünkü esas sevdiği şey çoktan terk edip gitmiştir o kabuğu…