İnsanların Dünyasına Yakından Bakan Adam: ARA GÜLER

Esma ÖZALP…


Ben insanların dünyasına yakından bakan adam. Yitirilmiş renkleri ararım insan ifadelerinde.  Ben, ARA GÜLER. Hayatım 16 Ağustos 1928’de başlıyor. Saat altıyı on altı geçe. Babam, 1915’te Şebinkarahisar’dan sürülen Dederyan sülalesinden sağ kalan tek kişi olmasını İstanbul’a eğitim almaya yollanmasına borçlu. Adı, Dacat. Annem Mısır’ın köklü ailelerinden birinin kızı.Adı, Verjin.  Benim Adımı, “Yakışıklı Ara” olarak bilinen Ararat Kralı Ara Geghetsik’ten alıyorlar. Göbek adım dedem Mıgırdıç’tan.

Fotoğrafla ilk kez, Beyoğlu’ndaki stüdyolarda tanışıyorum, babam her fırsatta fotoğraflarımı çektiriyor. Güler soyadına 1934’te kavuşuyoruz. İkinci Dünya Savaşı’nda, 11’imdeydim. Kavrayamadığım savaştan değil de,  karanlıktan korkuyorum o zamanlar. Çok okuyorum, yazıyorum. Yıllar geçiyor… Akşam Postası’nda “Mahkûm” adlı öyküm yayımlanıyor. Getronagan Ermeni Lisesi’ne kaydoluyorum. İlkokulumun aksine sınıfımda kızlar var. Böylece hafta sonu partileri, okul kırmalar, kızlarla İstanbul’u arşınladığım yıllar başlıyor.Ta ki babam beni İpek Film Şirketi’nin sahibi İhsan İpekçi’nin yanına “çırak” verene kadar. Artık önümde daha geniş bir dünya var: sinema.

Babamın hediye ettiği film gösterme makinesini yükleniyor, sokak sokak gezip, filmler gösteriyorum. Devamsızlıktan üç sene sınıfta kalmam da, iki kere ölümden dönmem de bundan. Tiyatroya yöneliyorum. Muhsin Ertuğrul’un Tiyatro Mektebi’nde ders alıyorum. Ne oyuncu olmak istiyorum, ne de sahnede gözükmek. Ben o dünyayı kurgulayan adam olmak istiyorum. Büyük bir iz bırakmak istiyorum kısacık olan şu hayattan göçüp gittikten sonra. Onun için de dünyayı görmem gerektiğini biliyorum.


22 yaşındayım. Babamın verdiği parayla, Tünel’de fotoğraf malzemeleri satan Kalimeros’un dükkânından ilk fotoğraf makinem Rolleicord II’yi alıyorum. Kararımı verdim, gazeteci olacağım. Her amatörün yaptığı gibi gördüğümü çekiyorum: sudaki yansımaları, güneşin denize değişini, tekneleri… Gazeteciliğe, Ermeni gazetelerinde başlıyorum.  Artık Anadolu’yu karış karış geziyor, röportaj yapıyor, Âşık Veysel’e misafir oluyorum.

Ben insanların dünyasına yakından bakan adam. Yitirilmiş renkleri ararım insan ifadelerinde. Çünkü aslında ifadeleri anlamak demek gönülleri anlamak demektir. Yeryüzünde adım adım dolaşmak demektir.

 “Çünkü her insan bir ülkedir hükümdarı olan, vezirleri olan, askerleri olan..” derler. Ben de ülkeler keşfediyorum objektifimle.  Fotoğrafçı derler bana oysa fotoğrafçı değilim foto muhabiriyim. Bana göre fotoğraf bir sanat değildir. Soruyorsunuzdur belki “Fotoğraf nedir?” diye.  Fotoğraf, görülen bir şeyin zapta kayda geçmesidir. Fotoğraf meselesi bir arşiv meselesidir. Arşiv; kaybolmasın, yitmesin, bitmesin, gene bakayım, gene göreyim diye. Onun için fotoğraf bir alettir, makinedir Sanat değildir, onunla hayatı yakalarsın hayatı yakalamak da arşiv yapmandan çok daha mühimdir. Bir arşiv bir dünyayı getirir. Fotoğraf makinesinin icadı bunun içindir. İşte bu kadar basit. Aslında bir gazeteci olduğumu da işte bu noktada ayırıyorum. Ben gazeteciyim. Fotoğrafçı değilim. Fotoğrafçı ile gazeteci arasındaki fark budur. Fotoğrafçı bomba patlar kaçar. Ama gazeteci peşinden gider olayı yakalamaya çalışır. Ben de bu yaşa kadar çekip çekip kaçmadım. Olan biteni yakalamaya çalıştım. Yitirilmiş renkleri aradım hep.

90 yaşındayım. Parmağım yaklaşık üç milyon kez deklanşöre bastı. Beynim sürekli kompozisyon kuruyor. Objektifime onlarca ünlü düştü:  Nâzım Hikmet, Picasso, Dali, Chagall, Abidin Dino, Sophia Loren, Bertrand Russell… Onlarca olayı ve insan gözünün görmek isteyeceği-istemeyeceği farklı şeyleri fotoğrafladım: 6-7 Eylül olayları, Filistin kampları, Afrodisias Harabeleri, Orhun Kitabeleri… Bunlar arşivimin yaklaşık yüzde biri.

Bu olaylar arasında Aphrodisias çığlığı olarak adlandırdığım anım hayatımda farklı bir yer tutar. Bu nedenle sizlere bu çığlıktan bahsetmek istiyorum. Devir 1958. Adnan Menderes’in son zamanlarıydı. Aydın’da valiye gittim. “Adnan Menderes’in açılış yapacağı baraj var. Beni oraya gönder, açılışta resim çekeceğim” dedim. Şoför “Ben bir kestirme yol biliyorum, oradan gidelim.”  dedi. Kestirme yoldan giderken yolu kaybettik. Yolu kaybedince de nereye gitsek karşıma hep o büyük kayalar çıkıyordu. Güneş battı ve zifiri karanlık oldu. Gidiyoruz, gidiyoruz yine aynı kayalıklara geliyoruz. Kaybolduk! Baktım bir ışık var. Bir kahve… Kahveye girdik, adamlar oyun oynuyor. Lüks lambasıyla aydınlanıyordu. Biraz sonra gözüm ışığa alıştı, bir de baktım ki kahvede masa yok. Sütun başlıklarını masa yapmışlar ve üstünde domino oynuyorlar. Tarihi lahitlerden üzüm şırası süzüldüğüne bile tanık oluyorum. Tarih ve bugün içi içe yaşamakta. Böyle acayip bir yer hayatımda görmedim. Harabe dediğin harabedir. Ama bu öyle değil, bu bambaşka. Bu, tarih içinde yaşayan bir şehir. Baktım ki taşların içinden suratlar bana bakıyor,  o taşlar bana bakıyor ve “beni buradan kurtar!” diye çığlık atıyor. Şaşkınlık içinde köyü fotoğraflamaya başlıyorum bir yandan da köyün geçmişini araştırıyorum ancak hiçbir bilgiye ulaşamıyorum. Çektiğim fotoğrafları çeşitli kuruluşlara göndersem de beklediğim ilgiyi göremiyorum. En sonunda fotoğrafları dünyaca ünlü “Times” dergisine gönderiyorum. Times dergisinin yönetimi, fotoğrafların renkli olanlarını çekmemi istiyorlar. Tekrar aynı köye giderek renkli fotoğraflar çekiyorum. Bu yolla dünya basınına dağıtılan fotoğraflar bir anda büyük yankı uyandırıyor. ABD’den gelen arkeologlar Geyre adındaki bu köyde araştırma yapmaya başladıklarında burasının Roma İmparatorluğu’na ait, tarihi MÖ. 500’lü yıllara dayanan ve ismini aşk ve güzellik tanrıçası Afrodit’ten alan Afrodisias Antik Kenti olduğunu ortaya koyuyor. Yüreğim yerinden fırlayacak kadar heyecanlanıyorum öğrendiğim her bilgi ile. Sanki bu kent ile yeniden doğdum ve tıpkı bu kent gibi keşfedilmeyi bekliyorum. Aphrodisias kentinin birçok eyaletin başkentliğini yaptığını, Roma’nın bölünmesiyle kentin kaderinin önce Doğu Roma, daha sonra Bizans’ın eline kaldığını,  Hristiyanlığın yayılması ile burada bir piskoposluk merkezinin kurulduğunu, ilk iki Hristiyan azizinin burada öldürüldüğünü,  günümüze dek dik durmayı başaran Aphrodite Tapınağı’nın yapımının 150 seneden fazla sürdüğünü, Caesar’ın kente geldiğini,  bu bölgeye  Bizans döneminde Kayra denildiğini günümüzde de kullanılan  Geyre adının Kayra dan geldiğini öğreniyorum.

Prof. Dr. Kenan Erim, Afrodisias Antik Kenti’ne gelip hayran olduktan sonra, 1961 yılında kazı çalışmalarına başlıyor. Böylece Geyrelilerin hayatları da değişiyor. Bölge turizme kazandırılıyor kültür mirası olarak seçildikten sonra UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde de yerini alıyor, böylece tüm dünyanın bölgeyi tanımasına vesile oluyorum.

Şimdilerde Afrodisias Antik Kenti içerisinde kalan evlerini, yaklaşık iki kilometre uzaklıktaki yeni yerleşim alanına taşıyan köylüler ile ahbap olduk. Ben onlarda iz bıraktım Geyre Köyü ve köylüler bende iz bıraktılar.  İyi ki dedim iyi ki kayboldum ve iyi ki buldum yeryüzünde kayıp olan ve çığlık çığlığa insanlığa seslenen kendimle bütünleştirdiğim Aphrodisias’ı. Çünkü ben de tıpkı Aphrodisias gibi kaybolabilirdim yeryüzünde. Öylesine gelmiş geçmiş olabilirdim insanların dünyasına yakından bakmasaydım. Objektifimle baktım, hissettim, yaşadım ve zamanı durdurdum. Bu nedenle hep “Fotoğraf hakikattir sanat olamaz.” derim.  Zaten sanat olmasına lüzum yoktur fotoğrafın. Fotoğraf tarih olayıdır. Tarihi zapt ediyorsun, bir makine ile tarihi durduruyorsun. 

Ben ARA GÜLER. İnsanların dünyasına yakından bakan adam. Yer değildi ki zaten çektiğim. Hayatın parçasıydı çektiğim. Ben insanın derdiyle uğraşan adamım. İnsanın hayatını ve dertlerini çekerim, yaşayan adamın fotoğrafını çekerim. Manzara çekmem, manzara fotoğraf değildir. Manzara, bir şeyin yeniden kaydıdır. Yenilik değildir. Bir insanın bir anının yakalanması o zaman değer taşır benim için. Ben yaşayan, fotoğraf çeken adamım. İnsan olmadığı zaman hayat olmaz. Onun için benim fotoğraflarımda hep insan vardır… İnsan sevgisini kaybetmişse hiçbir şeyin önemi yoktur aslında. En mühim şey insan sevgisidir. Her şey buna bağlıdır. İnsan sevgisi oldukça fotoğraf da gelişecektir. Çünkü her şey, fotoğraf da insan içindir. Sevgisiz insan, insansız da fotoğraf olmaz. Yüreğinizde her daim sevgiyi besleyin ve şunu da unutmayın; Yaşam size verilmiş boş bir filmdir, her karesini mükemmel bir biçimde doldurmaya çalışın. 

(NOT :  ARA GÜLER’in hayatını ve beni çok etkileyen  üstadın Aphrodisias  antik kentinin keşfedilme anısını anlatırken nasıl bir yol izlesem diye çok düşündüm. Üstat Aphrodisias’ı keşfettiği zamanları ve kenti bizlere kazandırma çabalarını o kadar samimi anlatıyordu ki üsluptaki samimi havayı bozmak istemediğimden yazımın tüm anlatımını ARA GÜLER’in ağzından yaptım. Aphrodisias’ın keşfedilme anı direkt üstadın röportajlarından alınmıştır. Ayrıca son paragrafta ARA GÜLER ‘in çok kıymetli eserlerinden alıntılar yapılmıştır.)