Yaratımdan Yok Edime Bir Kavram: FARKLILIK

Zehra BULUT…


İnsan, türü içinde farklılık yaratabilme becerisiyle dünyaya konumlanan egemen varlık… Böyle bir tanımın insana yakıştığım düşünüyorum. Var olmanın hakkını vermek diye bir şey olsaydı eğer her varlığı kendi tanımına yönlendirirdik ancak bu defa tehlikeye düşecek olan tanımlar olurdu. Ama biz yine de tanımdan yola çıkalım. Farklılık kelimesinin altım çizerek insana dair yegâne değerin farklılık olabileceğini söylersem abartmış olmam sanıyorum. Çünkü insanı diğer canlılarla karşılaştırdığımız vakit kendi türüne özgü yaşama belirtisi gösteren birkaç değer var ve bu “farklılık” kavramı yaratılış tarzımızın bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Fakat günümüz insanlığında yaratılış tarzımıza arkamızı dönmüş bulunmaktayız. “Farklılık” yalnızca (şu an için, ilerde bu da değişebilir) sınır dışı coğrafyamıza denk gelen bir kavram haline geliyor ve böylelikle biz belli bir sınır içindeki insan topluluğunun inanılmaz benzerliğine tanık oluyoruz. Aksi halde kendi toplumu, kültürü ve çevresi içinde farklılık potansiyelinin getirilerini dışa vuran her birey ötekileştirilmeye maruz kalıyor. Bu da, bizi var eden etkenlerin zamanla bizi toplum içinde yok ettiğini gösteriyor.

“İnsan her zaman taşıdığı ‘ben ‘tarafından telef edilir: Bir isme sahip olmak kesin bir yıkılma biçimine talip olmaktır. ”*

Bu işlemde toplumun kullandığı en önemli araç: Dil… Toplum “deli”, “anormal” gibi etiketlemeler kullanarak farklı olmanın özendiren cazibesini insanlar arasında tehlikeli hale getiriyor. Bu sayede öncesinde sohbetlerine dahil olduğumuz, aynı sofraya oturduğumuz, bizi etkileyen ve beraber aynı normal (!) güne uyandığımız insanların sözleri artık bizi güldürür hale geliyor. Onlarda değişen bir şey yokken, bizim bilincimizin önünde duran deli/anormal etiketinin durması bu durumu yaratıyor. Ve bunun sonrasında deli/anormal insanlar ne söylerlerse söylesinler ne yaparlarsa yapsınlar toplum içinde tek bir kıvılcım yaratamayacak hale geliyorlar. İşte toplumun hükümsüzleştirmesi! Peki bizi var eden şeyler neden bizi toplum içinde yok etmeye başladı? Çünkü toplumun takındığı bu tavır, kendi savunma ve koruma sistemini oluşturuyor. İnsanlar en çok da içlerindeki yabancıdan tedirgin olurlar. Hiçbir kurulu düzenin de kendini tehlikeye atmaya niyeti yoktur. Aksi halde toplumun şu anki formuna zarar verilir ki bu da değişecek hayat tarzı demektir. Elbette buna izin verilmesi beklenemez, toplumun da içgüdüleri vardır ve kendini korumak zorundadır. Çünkü değişim hala sevimli bir kavram olmaktan uzaktır.

Bu durumu dünya toplulukları yani coğrafyalar üzerinden düşündüğümüz zaman hiçbir coğrafyanın delisinin birbiriyle örtüşmediğini görürüz. Çünkü toplamların kabullenemediği ‘hayırlar’ farklıdır ve sadece bu yoldan dahi toplumları okumak gayet mümkündür. En basitinden bir örnekle, Hindistan’da ineğe tapan bir ailede/toplumda doğan bir çocuğun onlarla aynı inancı paylaşmadığında dışlanacağı gibi bizde de bu inanca sahip olan birinin deliliğe gönüllü (!) olduğu söylenebilir. Farklı tarzlarda örnekleri çoğaltabiliriz. Bu öyle bir durum dur ki dünyada ne kadar çeşit toplum varsa o kadar çeşit de ‘deli’ olduğunu gösterir.

Peki bize bunları düşündürten toplum bizi ‘normal’ bırakır mı dersiniz? Biz neresindeyiz bu işin? Biz türümüzün çift benlikli yeni versiyonlarıyız. Bir iç benliğimiz mevcut bir de dış benliğimiz. Dünya’ya tek benlikle gelmiş olsak dahi ikinci benliği oluşturmayı zamanla öğrendik. Dış benliğimizden bahsetmeye başlayacak olursak, tamamen toplumun üretimi olduğunu söyleyebiliriz.

Tüm ilişkilerimizi, seçimlerimizi, görünür hayat tarzımızı, dünyayla ve insanlarla bağ kurma şeklimizi tamamen bu benliğimiz belirliyor. Dış benliğimizle adım atıyor, insanlarla iletişim kuruyor ve sağlıklı bir üretim olduğumuza dair güven vermek için insanlara gülümseyerek ilerliyoruz hayatta. Yani bu benlikte bir kopyasını oluşturuyoruz geri kalanların.

Kabuğumuzun bir de iç benliği var. Dış dünyaya dair sürekli bilincimizi bulandıran, bir şeylerin yanlış olduğunu daima hissettiren, toplum içindeki derin çıkmazımızı oluşturan merkezimiz, yani iç benliğimiz. Kendini belli ettiği an etiketlenmeye potansiyelli bir benlik. İnsan olmanın bayrağını da bu benliğimiz elinde tutuyor. Yani özgür yaratımımız yalnızca bu alanda konuşmada söz hakkı alabiliyor. Asıl ‘ben’, bu dünyada yaşama fırsatı buluyor. Dış benliğimiz hayatı solurken iç benliğimiz son perdeden çığlıklarını atıyor. Tamamen bizim şekillendirdiğimiz bu benliği yalnızca içimizde, zihnimizde yaşatabiliyoruz ve beslediğimiz kadar büyütebiliyoruz. Yalnız kaldığımız zamanlarda bu benliği daha iyi hissediyor ve insani acıları çekmek için kendimize zaman ayırıyoruz. Çünkü iç dünyamız aslında bize kim olabileceğimizi hatırlatıyor.

Akıllı tartım yapan bizler hangi benliği yaşatacağımızı iyi biliyoruz!

“Birçok kez aynada, bana bakan birisinin gözleriyle karşılaştığım oldu. Aynada kendimi görmüyor, sadece görüntümün bana baktığını görüyordum.”**

*Biri, Hiçbiri, Binlercesi/L. Pirandello

 **Var Olma Eğilimi/E.M. Cioran